Ayna nöronlar sayesinde, arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz, çalışanlarımız, yöneticilerimiz, ailemiz vs. herkes biz istesek de istemesek de bizi değiştiriyor madem. O zaman bizi yöneten veya temsil eden kişileri de kendi ihtiyaçlarımız ve hedeflerimiz doğrultusunda seçmek çok önemli. Hatta mevzu bahis kitle psikolojisi olunca uyanık olmak çok daha önemli çünkü… Muz insanları mutlu edebilen doğal bir kimyasal içerir. Bir çoğumuzun severek yediği muzun maymunlar için özel bir anlamı olduğunu hepimiz biliriz. Bilir miyiz? Tabi ki canım diyorsanız içinizden, bilim adamlarının yapmış olduğu bu deney sizi çok şaşırtacak. Okurken size kim bilir neleri çağrıştıracak bu deneye gelin bir göz atalım. Bakalım okuyunca sizin aklınıza ilk gelenler neler olacak? Yapılan deneyde, bir grup bilim adamı tek bir kafese koymuş oldukları beş tane maymunu gözlemliyorlardı. Kafesin içinde ayrıca üzerinde muzlar yerleştirilmiş olan bir de merdiven konulmuştu. Ne zaman maymunlardan biri muzları almak için merdivene tırmanmaya kalksa bilim adamları tavandaki vanalardan diğer maymunların üzerine soğuk ve tazyikli su fışkırtıyorlardı. Bir süre sonra maymunlardan biri merdivene tırmanmaya kalktığında diğer maymunlar onu tartaklamaya ve dövmeye başladılar. Aradan biraz daha zaman geçtikten sonra tepedeki muzlar ne kadar çekici olursa olsun maymunlardan hiç birisi merdivene tırmanmaya cesaret edemez oldu. Bilim adamları maymunlardan birini dışarıdan bir başka maymun ile değiştirmeye karar verdi. Kafese giren yeni maymunun yaptığı ilk şey merdivene tırmanmayı denemek oldu. Diğer maymunlar hemen ona saldırdılar ve yeni gelen maymunu dövdüler. Defalarca dayak yedikten sonra yeni maymun sebebini bilmediği halde merdivene tırmanmaması gerektiğini öğrendi.
Kafesteki maymunlardan birisi daha değiştirildi. İlk değişimde yaşananların aynısı yaşandı. Hatta değiştirilen ilk maymun da yeni gelen maymunun dövülmesine yardım etti. Üçüncü ve dördüncü maymunlar da değiştirildiğinde aynı olaylar gözlemlendi. Son olarak beşinci maymun da değiştirildi. Yapılan değişimler sonucunda artık kafeste, merdivenin tepesindeki muza ulaşmaya çalışılırken bizzat soğuk ve tazyikli suya maruz kalmış olan maymun kalmamıştı. Buna rağmen kafesteki maymunlardan her biri merdivene tırmanmaya dair herhangi bir girişime saldırgan tepki veriyorlardı. Eğer maymunlara neden merdivene tırmananları dövdüklerini sormak mümkün olsaydı alacağımız cevap muhtemelen şu olurdu: ‘Neden muzu almak istemediğimi bilmiyorum. Almak isteyenlere neden saldırdığımı da aslına bakarsanız bilmiyorum. Burada işler böyle yürüyor.’ Peki eğer muz, maymunlar için vazgeçilmez ise bu yapılmış olan deneyi nasıl açıklayabiliriz? Biz insanlar da, gündelik hayatımızda özümüzden gelen hangi doğal isteklerden uzaklaşıyoruz dersiniz? Bu yaşananlar size de tanıdık geliyor mu? Çevremizdekileri seçerken ve onlarla vakit geçirirken bizim yazılımımız bazen gelişiyor bazen ise virüslü yazılımlardan olumsuz etkileniyor. Bizi yöneten ya da gücü elinde bulunduran kişiler kitle psikolojisinin de gücünü kullanarak maymuna muzdan uzak durmayı öğretebiliyorsa, ciddi şekilde uyanık olmaya ihtiyaç var.
0 Comments
Çağrılara kulak vermek, konfor alanından çıkmak, rehberinden destek almak, zorluklara göğüs germek, korkularınla yüzleşmek, kendi aradığın şeyin peşine düşmek… Kurtarılmayı beklemek yerine kendi kahramanın olmak… Bu sürecin en kilit noktasında kahramanın kendine rehber olarak kullanacağı dostlar bulunur. Her kahraman çıktığı macerada kendisine yardım edecek dostlar edinir. Kurulan bu müttefiklikler ‘kahramanın’ ödüle ulaşma yolundaki en büyük desteğidir. Kahramanı ödüle götüren dostlarının desteği yalnızca yolda ona kolaylık ve bilgi sağlamaları mı dersiniz? Peki ya bizim hayatımıza soktuğumuz kişilerin hayatımız üzerindeki etkisi ne boyuttadır sizce? Modern nörobilimin gerçek anlamda heyecan uyandıran keşiflerinden biri ayna nöronlar; taklit, empati, eş zamanlılık ve dil gelişimi gibi zihnin bir çok açıklanamayan yönlerini açıklığa kavuşturduğu gibi bu sorunun cevabına da ışık tutuyor. Home (2015), Evim adıyla Türkçe'ye uyarlanan animasyon evrenin derinliklerinde yaşayan bir grup sevimli uzaylının, düşmanlarından kaçabilmek için Dünya’nın güvenli bir ev olacağına karar vermesiyle başlıyor. Uzaylı yaratıklar, insanları ve faydalı bulmadıkları eşyaları kurdukları kamplara taşıyarak, kendileri şehirlere yerleşiyorlar. Kendi halkı tarafından ‘baş belası’ olarak görülen Of, peşlerindeki düşmanlara yanlışlıkla saklandıkları yeri ifşa edince ise büyük bir karmaşa başlıyor. Uzaylıların elinden kaçmış olan küçük kız ile kendi halkı tarafından dışlanan Of’un yolları kesişir. Her ikisini de, dünyanın etrafında dolaşacakları son derece eğlenceli ve renkli bir yolculuk beklemektedir. Hem Of hem de kısa sürede kendisiyle dostluk kuran Lüle; Dünya’yı tehdit eden ortak düşmanlarını durdurabilmek için onların niyetlerini, peşinde oldukları şeyi anlamak zorundalardır. Bu yolculukta en büyük kaynakları olan ayna nöronları inceleyelim. Beyin, aslına bakarsak fiziksel olarak avucumuzun içinde taşıyabileceğimiz yaklaşık 1,5 kg’lık et parçasından ibarettir. Bir yandan da evrenin genişliğinden tutun da kendi varoluşumuza kadar bir çok şeyi sorgulayabilen bir mekanizmaya sahiptir. Nasıl çalıştığı ise dünyadaki en büyük gizemlerden biri olmayı sürdürmektedir. Beyin, bildiğiniz gibi, nöronlardan oluşur. Yetişkin bir insanın beyninde 100 milyar nöron bulunur. Her bir nöron, diğer nöronlar ile 1000 ile 10000 arasında bağlantı oluşturur. Permütasyon, kombinasyon hesapları devreye girince sayılar inanılmaz boyutlara ulaşır ve bu sayı evrendeki partiküllerin sayısını bile geçer. Bu nöronlar arasında, işlevlerini yaklaşık 60 yıldır bildiğimiz motor komuta nöronları bulunur. Bu nöronlar, beynin ön lobunda yer alır. Bir su şişesine uzanırken ve su şişesini ağzımıza doğru getirirken beynimizin bu aksiyonu mümkün kılmasını sağlarlar. Norönlarla ilgili bilgimizin bununla sınırlı olduğu 1996 yılında, elektrotlar kullanarak motor nöronlar üzerinde araştırmalar yapan Parma Üniversitesi’nden Giovanni Rizzolatti, Vittorio Gallese ve ekibinden çok şaşırtıcı bir haber gelir: ‘Makak maymununun beyninin ön lobunda ‘ayna nöron’ adını verdiğimiz değişik bir motor nöron hücresi keşfettik.’ Nasıl keşfettiler derseniz ayna nöronları? Ve bu keşif neden bu kadar önemli? Ekip; yaptıkları deneylerde, maymunlar ne zaman bir fıstık alsalar kafalarına yerleştirilmiş olan elektrotlar sayesinde özel bir ses duymaktaydı. Deneyler sırasında bir gün ekipten biri yemek arasından dönerken maymunların kabındaki fıstıklara uzandı. O sırada hareketsiz görünen maymunlardan nöron aktivitesine dair sesler duyuldu. Ekip şaşkındı. Maymunun nöronu sanki kendileri fıstığa uzanıp alıyormuşçasına aynı aktivitenin varlığını işaret ediyordu. Yani, nöron başka birini bir şey yaparken seyrederken sanki hareketi kendisi yapıyormuş gibi aktive oluyordu. Sonuç olarak, Rizzolatti ve ekibi; motor komuta nöronlarının bir alt kümesinin, yaklaşık %20’sinin, biz hareket etmeksizin dururken başkasının bir hareketi yapmasını seyrediyorken de aktive olduğunu kaydetmiş oldu. Yani, biz uzanıp bir şeyi kavradığımızda nöronlar uyarılıyor, ama biz bir başkasının uzanıp bir şeyi kavramasını seyrettiğimizde de nöronlar uyarılıyordu. Bu durumda bize ait olan bir nöronun, başka birinin bakış açısını benimsemiş olduğu görülüyordu. Bunu diğer kişinin hareketinin bir çeşit sanal gerçeklik simülasyonunu yaratmak gibi de düşünebiliriz. Denek maymununun fıstığını çalan bilim insanının dünya bilimine katkısı inanılmazdı. Bahsi geçen ayna nöronlar ne işe yarıyor peki? Gündelik hayatımıza katkısı ne bu nöronların? Lüle ile Of’un hikayesiyle ne bağlantıları olabilir ki? Ayna nöronlar iki durumda aktive oluyorlar: 1- Bir aktiviteyi gerçekleştirirken, 2 - Başka birini bir aktiviteyi gerçekleştirirken izlediğimizde. Ayna nöronların en belirgin özelliği ne peki? Birincil olarak taklit ve öykünme gibi hayatta kalmamızı sağlayan öğrenme mekanizmalarının yapı taşlarıdır ayna nöronlar. Rastgele bir hareket yaptım diyelim. Bu ayna nöronlarınızı aktive etmeyecektir. Rastgele bir hareketi tekrar tekrar yaptım diyelim. Bu da ayna nöronlarınızı aktive etmeyecektir. Ancak su şişesini elime alıp kapağını açmaya başlamak gibi sizin içinde anlamlı bir objeyi elime alıp ağzıma doğru götürüp içmeye başladığımda ayna nöronlarınız aktive olur. Hatta su içen birini izlerken kendi hislerinize odaklanmaya çalışın bir dahaki sefere. Bakalım neler farkedeceksiniz. Özetle, eğer karşımdakinin yaptığı hareketin hangi niyetle yapıldığını bilirsem beynimde ayna nöronların da dahil olduğu bir sistem aktive oluyor. Eğer yapılan hareketin sekansını (hangi hareketlerin birbirini takip edeceğini) tahmin edebiliyorsam, o zaman hareketin sonucunu da ön görebiliyorum. Mesela su şişesini elime alıp ağzıma götürüyorsam karşımdaki insan suyu ona doğru fırlatacağımı değil de içeceğimi düşünüyor. Böylece ayna nöronlar benim niyetime dair bir nöro-haritanın karşımdakinin beyninde oluşturulmasına imkan vermiş oluyor. İşte karşımızdakini taklit edebilme kapasitemiz de tam da bu yolla mümkün oluyor. Ayna nöronlar, bu özellikleri sayesinde çevremizdekilerin düşüncelerini ve davranışlarını kestirebilmemizi (niyet okuyabilmek de diyebiliriz), duygularını anlayabilmemizi (empati kurabilmemizi) bu sayede sosyalleşebilmemizi ve de taklit yoluyla yeni şeyler öğrenebilmemizi mümkün kılıyorlar. Animasyondaki Lüle ve Of da farklı gezegenlerden de olsalar ayna nöronları sayesinde birbirlerini anlayabilmiş ve hatta bu sayede bağ kurabilmiş oluyorlar. Of’a başlarda çok karmaşık gelen duyguları okumayı öğrenmesi ve sonunda bu yeteneği sayesinde büyük bir başarıya imza atmasını mümkün kılıyorlar. Neyse filmin heyecanını daha fazla kaçırmayayım. Ayna nöronlara dönelim. Kutup ayılarının kürkünün oluşmasının binlerce nesil, hatta 100 bin yıllık bir zaman dilimine yayılmış olduğunu biliyoruz. Bir çocuğun, ebeveyninin bir kutup ayısını öldürüşünü, derisini yüzüp kürkünü giysi olarak üzerine giymesini izleyerek öğrenmesi ise 5 ila 10 dakika sürüyor. Kutup ayısının 100 bin yılda geldiği noktaya bir çocuk en çok 5 belki 10 dakikada gelmiş oluyor. Bu beceri bir kere öğrenildiğinde de nüfusta geometrik oranda yayılıyor. Çocuk da kendi çocuklarına göstererek toplumdan topluma, nesilden nesile yayılmasını sağlıyor. Böylece kompleks becerilerin taklit edilmesi kültür dediğimiz şeyin ve medeniyetin temelini oluşturuyor. Böylece toplumsal bir bilincin oluşması, bizden önce yaşanmış olan şeyleri öğrendiğimizde yaşananların yarattığı etkiyi hissedebilmemizi sağlıyor ayna nöronlar. Ortak bir geçmişi mümkün kılıyorlar. Ayna nöronları işlerken değinmeden geçemeyeceğimiz konulardan biri de: Tecrübe. İnsanlarda bu sistem, tecrübe ile bağlantılı. Zaten tecrübe ile bağlantılı olması insanların bu sisteme sahip olmasının altında yatan sebebi de açıklıyor. Bu konseptte tecrübe ile bağlantılı ne demek derseniz: Ben eğer bir hareketi çok kez tekrar etmişsem, beynimde bu hareket ile ilgili kodlamalar güçlü bir şekilde yapılmıştır ve benim bahsi geçen hareket ile ilgili tecrübem yüksektir. Bu da beni aynı zamanda birini bu hareketi yaparken izlediğimde o hareketi daha iyi değerlendirmemi sağlar. Yani bir şeyi iyi biliyor olmak, başka insanları bu konuda anlamamı sağlar. Bir bale hareketi ile bu harekete çok benzeyen bir kapuera (Brezilyalıların dans, ritm ve dövüşü harmanladıkları sanat dalı) hareketini gösteren resimleri bir balerine gösterdiğimizde balerinin beyni bale hareketinde en çok aktive olur. Kapuera hareketinde ise daha az aktive olur. Kapuera yapan biri için ise tam tersi geçerlidir. Bale ve kapuera ile hiç ilgisi olmayan örneğin benim gibi birinin beyni ise her iki resim de söz konusu olduğunda görece olarak en az aktivasyon seviyesini gösterir. Alçak gönüllü olmak gibi bir erdemi ele alalım. Alçak gönüllü olmayı bir çok kez tecrübe etmiş biri için bu davranış biçimini gösteren birini izlemek beyninde daha çok ayna nöronun aktive olmasını sağlayacaktır. Durumu bir de farklı bir yönünden ele alalım çevresinde alçak gönüllü olmayı içeren davranış biçimine sahip kişilerin tekrar tekrar ayna nöronları aktive etmesi bu kişiye alçak gönüllülükle ilgili geniş bir repertuvar sunacaktır. Böylece kişi alçak gönüllü olma konusunda daha gelişmiş bir altyapıya sahip olacak ve bu davranışı daha rahat sergileyebilecektir. Büyürken duygusal olarak olumlu, güvenilir, dengeli ve bağlanabileceğimiz bir yetişkinin çevremizde varolması gerekir. Rol model olarak cesur ve cesaret veren, geçmişinde kendi krizleri ile baş etmiş, bizim krizlerimizi okuyabilen, bir çocuğun ya da yetişkinin bakımı ile ilgilenen, duyarlı, başarılı, aile dışı bir bireyin varlığı çok önemlidir.
Psikoloji, sosyoloji ve felsefe bölümlerinden mezun olmuş olan psikanalist Alice Miller, bu kişi için yardımcı şahit kavramını kullanmaktadır. Yardımcı şahit, insan hayatında doğru gösteren bir ayna rolü üstlenir. Dolayısıyla kendimizi olduğu gibi görebilmek ve iç huzurumuzu koruyabilmek adına doğru gösteren bir aynaya her daim ihtiyaç vardır. Net gösteren bir ayna, hayat yolculuğunun neresinde olduğumuzu ve yola devam etmek için nelere ihtiyacımız olduğunu gözler önüne serer. Peki ya bizim içimizde binlerce, on binlerce ayna nöron varken zaten herkes istese de istemese de birbirine bir ayna görevi görmüyor mu? İşte tam da bu yüzden, çevremizde olup bitenleri anlamamızı ve anlamlandırmamızı sağlayan, yeni şeyler öğrenmemizi mümkün kılan ayna nöronların hayatımızdaki rolünü göz önüne aldığımızda hayatımıza aldığımız ve yakınımızda tuttuğumuz kişilerin önemi ortaya çıkıyor. Arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz, çalışanlarımız, yöneticilerimiz, ailemiz vs. herkes biz istesek de istemesek de bizi değiştiriyor. Çevremizdekileri seçerken ve onlarla vakit geçirirken bizim özümüzden gelen doğal yazılımımız bazen gelişiyor bazen ise virüslü yazılımlardan olumsuz etkileniyor. Bu sebeple komünitimizi olumlu özellikleri kuvvetli insanlardan oluşturmaya çalışalım. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, diye boşuna dememişler büyüklerimiz. Kayıp veya yas yaşadığımızda ya da herhangi bir zorlanma ile karşılaştığımızda içten içe birinin gelip bizi bu durumdan kurtarmasını umarız. Peki beklediğimiz bu kahraman, kahraman olmak için nasıl bir yolculuk yapmıştır dersiniz? Kahramanı kahraman yapan şeyler nelerdir? Big Hero 6, Süper Kahraman 6 (2014) adıyla yayınlanan animasyon kahramanını kaybettiğinde kendini bırakan Hiro’nun kendisinin bir kahramana dönüşmesinin hikayesi. Hikayede, robot dahisi Hiro Hamada'nın kendini tehlikeli bir komplonun içinde bulunca en yakın arkadaşı olan Baymax isimli bir robotun ve bir grup yüksek teknoloji uzmanı genç arkadaşlarının yardımını alarak kendini büyük bir maceranın içinde buluyor. Neden hayatımızda bizi kurtaracak bir kahramana ihtiyaç duyarız? 'İnsanoğlunun kendini sakinleştirmesinin en doğal yolu, üzgün olduğunda birine tutunmaktır,' diyor Hollanda asıllı travma uzmanı Van Der Kolk. Neden mi? İnsan ilişkilerini anlama konusunda en büyük açılımları yapmış olan John Bowlby, çocukların doğal iletişim sistemini geliştirebilecekleri belirli bir (ya da birkaç) yetişkin seçmeye programlı olduklarını keşfetti. Bu dünyaya geldiğimiz anda varlığımızı duyurmak için çığlık atarız. Güvenli bir temelden geliyorsak, biri hemen bizimle ilgilenir, bizi yıkar, kundaklar, karnımızı doyurur ve en iyisi de bize bakım veren kişi bizi tatlı bir tensel temas için kucağına ya da göğsüne yatırır. Büyüdükçe, aşamalı olarak hem duygusal hem de fiziksel olarak kendimize bakmayı öğreniriz. Ancak kendimize bakım ile ilgili ilk dersleri bizimle çocukken nasıl ilgilenildiğinden alırız. Kendimizi sakinleştirme veya regüle etme becerilerinde uzmanlaşmamız, bize bakan kişilerle ilk ilişkilerimizin ne kadar uyumlu olduğuna bağlıdır. Anne - babaları, rahatlık ve güç kaynağı olan çocukların yaşam boyu süren avantajları bu ilişkide uyumlu olmayı tecrübe etmiş olmalarından gelir. Bu avantaj, onlar için kaderin oynadığı en kötü oyunlara karşı bir tür kalkan görevi görür. Diğer taraftan anne - babaları ya da bakıcıları sevgi dolu ve ilgili olsun ya da duyarsız veya istismarcı olsun çocuklar kendilerinden daha güçlü bir yetişkine bağlanmaya programlanmıştır. Bu program biz ne kadar yaş alsak da içeride işlemeye devam eder. Dolayısıyla, kayıp veya yas yaşadığımızda ya da herhangi bir zorlanma ile karşılaştığımızda içten içe birinin gelip bizi bu durumdan kurtarmasını umarız. Peki beklediğimiz bu kahraman, kahraman olmak için nasıl bir yolculuk yapmıştır dersiniz? Kahramanı kahraman yapan şeyler nelerdir? Bugüne kadar okuduğunuz ve izlediğiniz eserlerin belli bir döngüyü takip ettiğini muhtemelen fark etmişsinizdir. Örneğin Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Matrix gibi seriler birbirlerinden çok farklı gibi görünseler de hikayeler temelinde hep ortak öğeler barındırır. Eğer bu benzerlikler dikkatinizi daha önce çektiyse ancak tam bir döngü gözünüzde canlanmıyorsa, gelin beraber bu konuyu uzmanından öğrenelim. Joseph Campbell isimli mitolog 1949 yılında Kahramanın Sonsuz Yolculuğu – The Hero with Thousand Faces adlı kitabı kaleme aldı. Kitapta; farklı kostümler giyen, farklı kişiler, farklı yerler, farklı zorluklarla karşılaşan fakat aynı süreçlerden geçen tek bir kahramandan bahsetmektedir. Joseph Campbell bir kahramanın nasıl kahraman olduğunu anlatır. Resimde görünen Joseph’in çıkardığı kahramanın yolculuğunun haritası. Haritaya bakarken kolaylık olması açısından yuvarlağı bir saat gibi düşünebiliriz. Haritaya göre saat 12:00’de sıradan dünyada başlayan yolculuk yine saat 12:00’de sıradan dünyada son buluyor (ta ki bir sonraki yolculuğa kadar). 12 : 00 - Sıradan Dünya
Okuduğumuz veya izlediğimiz hikayelerin hepsi sıradan dünyada başlar. Büyücü de olsa, vampir de olsa herkesin kendi sıradanlaşmış dünyası ve kendine göre bir hayatı vardır. Kahramanlarımız sıradan dünyalarında her zamanki işleriyle uğraşırken kendilerini beklenmedik bir maceranın içinde bulurlar. 1: 00 - Maceraya Çağrı ve Çağrıyı Reddetme Maceraya çağrı evresinde karakter kendi dünyası dışındaki bir yolculuğa davet edilir ya da çağrılır. İlk etapta, komfor alanını bırakıp bir bilinmeze doğru yol almak çok da çekici gelmez kahramanlara. Kahramanlar da diğer insanlar gibi düzenini bozmaya ve tehlikelerle boğuşmaya can atmazlar. Ancak kahramanlık hikayelerindeki karakterler her seferinde heyecanlarına ve meraklarına yenik düşüp gelen daveti kabul ederler. Çağrıya kulak veren ‘kahramanın’ macerası böylece başlamış olur. 2:00 - Akıl Hocası ile Tanışma Yolun başlarında kahraman, kendinden biraz daha bilge birisiyle tanışır. Onun kendisine rehberlik etmesine izin verir. Yola devam ederken ona sık sık danışır, fikir alır. 3:00 - Eşiği Atlama Kahraman, macera çağrısını kabul ettikten ve akıl hocasıyla tanıştıktan sonra sıradan dünyayı arkasında bırakarak eşikten ilk adımını atar. Kendi sıradan dünyası dışında bir düzendir eşiğin diğer tarafı. Burada bilmediği, daha önce görmediği farklı dinamikler hüküm sürüyordur. 4:00 - Müttefikler, Sınavlar ve Düşmanlar Her kahraman çıktığı macerada kendisine yardım edecek dostlar edinir. Kurulan bu müttefiklikler ‘kahramanın’ ödüle ulaşma yolundaki en büyük desteğidir. Her yolculukta kahramanın karşısına geçmesi gereken sınavlar çıkar. Kahraman olmak kolay değildir. Çözmeniz gereken bilmeceler, öldürmeniz gereken düşmanlar ve kaçmanız gereken tuzaklar vardır. Bu sınavların yanı sıra kahraman kendi içinde de sınanır. Kahraman olmak düşmanlara karşı hazırlıklı olmak, uyanık olmak demektir. Ödüle ulaşma yolunda kahramanın karşısına birçok düşman çıkar. Bazıları ilk vuruşta ölen düşmanlarken bazıları bölüm sonu canavarı gibi uzun soluklu bir mücadele gerektirir. 5:00 - Yaklaşma ve Hazırlık Kurulan müttefiklikler, verilen sınavlar ve öldürülen düşmanlardan sonra kahraman, maceranın daha zorlu olan evresine geçiş yapmak için hazırlık sürecine girer. Bir sonraki evrede kahraman en büyük korkusuyla yüzleşecektir ve bunun altından kalkabilmesi için iyi hazırlanması gerekir. 6:00 - 07:00 - Kriz – Mağaranın En Derin Yeri Kahramanın çıktığı bu zorlu yolculukta en büyük çileyi çekeceği evre artık gelmiştir. Her şeyi kaybedebileceğini göze aldığı yerde kendi en büyük korkusuyla yüzleşir. 8:00 - Ödül Her macera, sonunda büyük bir ödül vaat eder. Kahraman, en büyük korkusuyla yüzleştikten sonra nihayet ödülüne kavuşur. 9:00 - Geri Dönüş Yolu Yaşadığı büyük maceradan sonra kahraman, ödülüyle birlikte sıradan dünyasına dönmek üzere yeniden yola koyulur. 10:00 - Yeniden Doğuş Sınavlar, düşmanlar ve tuzaklarla dolu macera kahramanı değiştirmiştir. Seçilmiş kişi olarak çıktığı bu macera, kahramana yeni güçler, yeni bakış açısı ile yepyeni bir hayat sunmuştur. Yeniden doğuşu yaşayan kahramanımız eskisinden daha bilge, daha güçlü, daha cesur ve daha dayanıklıdır. 11:00 - Ödülü Evine Getirme Büyük macera nihayet sona erdiğinde kahramanımız ödülüyle geri döner. Yaşadığı tecrübeler, aldığı nasihatlar, geliştirdiği yetenekleri ile beraber eve döndüğünde tabi ki hiç bir şey aslında eskisi gibi olmayacaktır. Kahraman artık bambaşka biridir. Veee her şey yeni baştan başlar… 12 : 00 - Sıradan Dünya Biz de kahramanların geçtiği süreçlerden geçmiyor muyuz? Biz de onlar gibi bir çok zorlukla yüz yüze gelmiyor muyuz? Evet ejderhalarla savaşıp Voldemort’tan kaçmaya çalışmıyoruz. Ama bizim karşılaştığımız zorluklar da en az bunlar kadar korkutucu olabiliyor. Bizim de kendimize göre düşmanlarımız olmuyor mu? Zorluklarla başa çıkarken aklından yararlandığımız müttefiklerimiz olmuyor mu? Yaptığımız mücadeleler bizi değiştirip evimize ödül gibi bir dersle döndürmüyor mu?
Joseph Campbell diyor ki: ‘İçine girmeye en çok korktuğun mağarada aradığın hazine yatıyor.’ Senin girmeye korktuğun sembolik mağara nerede? Karşına çıkan sınavlarda mı? Yapmak istediğin işte mi? Hali hazırda çalıştığın iş yerinde mi? Yoksa ilişkilerinde mi? Kahramanın yolculuğu efsaneleri tüm zamanlarda ve kültürlerde karşımıza çıkıyor. Ve bu efsaneler güncellenmeye devam ediyor. İzlediğin filmlerde, duyduğun hikayelerde hatta yakınlarının sana anlattıklarında dahi kahramanın yolculuğuna dair öğeler karşına çıkmaya devam edecek. Peki, neden sen kurtarılmayı beklemeye devam etmek yerine kendi kahramanın olmayasın? Kendi hayatında bu çağrılara kulak ver. Konfor alanından çıkmak her ne kadar zor gelse de kendine bir şans ver. Zorluklara göğüs ger. Korkularınla savaş. Ne kadar hırpalansan da kendini toparlayabilme kapasitene güven. Aradığın hazinenin peşine düş. Bir müttefike ihtiyaç duyduğunda klinik psikologlar da bu yolculukta sana rehberlik ve eşlik edebilirler. İyi yolculuklar şimdiden. Kaç yaşındasın sorusunun cevabı beklediğiniz gibi miydi? Yas ile ne alakası var diyorsanız... Bazen geç bulduklarımız, bazen ise kaybettiklerimiz yaşatır bize yası. Kimsenin başına kötü bir şey gelmesini istemek ya da beklemek değil buradaki niyet, ama gerçekçi olmak gerekirse herbirimiz bugüne kadar bir şeyleri ya da birilerini kaybetmişizdir. Karşılaştığımız kayıplara verdiğimiz doğal tepkilerdir, yas. Kayıbın, olmazsa olmazıdır. Hatta o kadar doğaldır ki bu tepkiler, yas yaşanmadığında hayatımıza devam etmemiz zorlaşır. Yaşanamamış duygular, düşünceler yolu tıkayarak akışımızı sekteye uğratır. Kaybımızın ardından tekrar kendimiz olabilmemizin olmazsa olmazı olan yas süreci nasıl bir süreçtir peki? Yas sürecinde bizi neler bekler? Yas, sevdiğimiz birinin ölümüyle karşımıza çıkabileceği gibi kendimizi iyi hissettiren bir becerimizi yitirdiğimizde, yakın olduğumuz birinden ayrıldığımızda, bedenimizdeki bir değişiklik nedeniyle ya da bizim için değerli bir eşyayı kaybettiğimizde de karşımıza çıkabilir. Kaybımızla yüzleşmek, duygularımızla baş etmek ve kaybettiğimiz şeyin yokluğunda yaşamayı öğrenmek zor bir süreç olabilir. Kaybımıza yüklediğimiz anlam ne kadar büyükse, yasımızın da o kadar yoğun olması doğaldır. “Hiçbir kayıp sıradan olmadığı gibi kaybımıza karşı verdiğimiz tepkiler de sıradan değildir. Yaşadığımız yas, en az hayatlarımız kadar benzersizdir.” Dr. Elizabeth Kubler- Ross Her birey kendine özgü bir yas süreci geçirir. Kayba birbirimizden çok farklı duygusal, fiziksel ve davranışsal tepkiler verebiliriz. Bu tepkiler, farklı yaş gruplarına göre de değişiklik gösterebilir. Bu süreçte günlük aktivitelerimize ve işlevselliğimize dönebilmemiz için gereken süre de kişiden kişiye göre değişir. Kaybettiğimiz kişinin ardından yas tutmak doğal bir süreçtir. Yaşadığımız kaybı kabullenmek, duygularımızla başa çıkabilmek ve kaybımızı özümseyerek hayatımıza devam edebilmek için yas tutabilmek önemlidir. Yasımızı yaşamanın doğrusu ya da yanlışı yoktur, acımızla başa çıkarak hayatımıza devam edebilmemizi sağlayacak sağlıklı yollar vardır. Göğüste sıkışma, nefes daralması, sese karşı aşırı duyarlılık, güçsüzlük hissi, uykusuzluk, yorgunluk, ağız kuruluğu, enerji düşüklüğü, bağışıklık sistemimizin zayıflaması ve süregelen fiziksel hastalığın belirtilerinde artış yas sürecinin değişik evrelerinde görülebilecek fiziksel belirtiler arasında sayılabilir. Düzensiz uyku ve beslenme oldukça sık görülse de, bu gibi belirtilerin 6 ay ile 12 ay sürmesi bireyin genel fiziksel ve duygusal işlevselliğinin bozulmasına neden olabilir. Kaybı izleyen ilk günlerde, bu kaybın yaşanmış olduğuna inanamama ve kafa karışıklığı görülebilir. İlk ayda birey ölen kişinin hala hayatta olduğunu hayal edebilir, onun ayak seslerini duyduğunu zannedebilir ya da kalabalığın arasında aniden onu gördüğü hissine kapılabilir. Ölen kişiyle ilgili rüyalar, kabus görme, görsel ve işitsel halüsinasyonlar da sürecin bir parçası olabilir. Kaybedilen kişiyle ilgili çağrışımların yaşanması, anıların aklımıza gelmesi ve bu düşüncelerin doğum günü gibi özel zamanlarda yoğunlaşması olağandır. Değer verdiğimiz birini kaybetmemiz, korkularımızı ve kaygılarımızı tetikleyebilir. Kaygılanabilir, çaresiz hissedebilir ve güvenliğimizin tehlikede olduğuna dair düşüncelere kapılabiliriz. Yas sürecinde yaşadıklarımız, davranışlarımıza da yansıyabilir. İştahın artması ya da azalması, uyku düzeninin bozulması mümkündür. Sosyal ortamlardan kaçınma, ölen kişiyi hatırlatan eşya, durum ve yerlerden kaçınma, kaybettiğimiz kişiyi anımsatan yerlere gitme ve ona ait eşyaları yanımızda taşıma, ağlama, alkol ve uyuşturucu kullanma ya da ölen kişiye ait eşyaları saklama ihtiyacı duyabiliriz. Yas sürecine eşlik eden duygular, şiddeti ve sıklığı bakımından farklılık gösterebilir. Kaybı izleyen ilk gün ve haftalarda kendinizi şoka girmiş veya uyuşmuş gibi hissedebiliriz. Bu döneme yoğun bir özlem duygusuna eşlik eden kaygılar hakimdir. Zaman geçtikçe kendimizi üzgün hissetmeye devam etsek de, bu duygu yoğunluğunun şiddeti ve sıklığı azalma gösterir. Yas sürecinde hissettiğimiz duyguların sıklığını ve şiddetini bireysel olarak ya da bir uzman yardımıyla gözlemlememiz önemli olabilir. Yas sürecinin olası aşamalarından biri inkardır. Yaşananları inkar etmemiz yoğun duyguların bir anda üzerimize hücum etmesini engelleyerek bu duyguların yavaş yavaş içimize nüfuz etmesine yardımcı olur. İnkar, kaldırabileceğimiz kadar duyguyu içeri almamızı sağlayan doğal bir savunma mekanizmasıdır. Bu süreçte hayat çok anlamsız gelebilir. Şok olma ve inanamama hali hakimdir. Ölüm ya da kayıp gerçeğini bir süre reddederek hiç bir şey olmamış gibi davranarak hayatta kalmaya çalışırız. Süreç ilerledikçe ve duygular yavaş yavaş içeri sızmaya başladıkça hissizliğimiz azalmaya başlar. Kendimize hayatımıza devam edecek miyiz, edeceksek neden ve nasıl devam edeceğiz gibi sorular sormaya başlayabiliriz. Öfke hiç dinmeyecek gibi görünse de, duygumuzu yaşarken kendimize izin verebilmek bu süreci sağlıklı bir biçimde yaşayabilmemiz için önemlidir. Öfkenin altında yatan aslında acımızdır. Öfkemizin yoğunluğu, kaybettiğimiz kişiye vermiş olduğumuz değerin bir göstergesi olarak görülebilir. Kayıp yaşadığımızda, denizin ortasında kaybolmuş, terk edilmiş ve yalnız hissedebiliriz. Kendimizi bir hiçliğin ortasında bulabiliriz. Bu noktada öfkemiz bir anda ‘diğer insanların olduğu tarafa’ giden bir köprü gibi belirir ve bizi hiçliğin içinden geçici de olsa çıkarır. Öfkemiz, kaybettiğimiz kişiyi yaşarken üzmüş olan birine, cenazeye gelmemiş olan birine, ailemize, arkadaşlarımıza, kendimize ve hatta kaybettiğimiz kişiye yönelebilir. Öfkeyi bastırmayı, öfkemizi ifade etmekten çok daha iyi biliyor da olsak öfkenin diğer insanlarla aramızda bir bağ olduğunu hatırlarız. Öfkenin gücüyle kurulan bu bağ bize hiçbir şey hissetmiyor olmaktan daha iyi gelecektir. Sevdiğimiz birini kaybedebileceğimizi hissettiğimiz anda bunun olmaması için ne gerekiyorsa yapabilirmiş gibi hissederiz. Yaşananları tersine çevirmek için göze alabileceğimiz çok şey vardır. “Eğer ona bir şey olmazsa, bir daha ona asla kızmayacağım.” “Çok kötü yaralanmış olsaydı ben onu iyileştirmek için her şeyi yapardım.” “Kötü bir rüya görmüş olayım.” ‘Keşke’ ile başlayan cümleler kurarız. Bu düşüncelerin girdabında kayboluruz. Her şeyin eski haline dönmesini, kaybettiğimiz kişinin geri dönmesini isteriz. Zamanda geri gidebilmeyi arzularız. Tümörü daha erken görebilmeyi, hastalığı daha önce teşhis edebilmeyi, kazanın yaşanmasını engelleyebilmeyi… ‘Keşke’ ile başlayan cümleler hatayı kendimizde bulmamıza ve ‘Bir takım şeyleri daha farklı yapabilirdik’ düşüncesine kapılmamıza neden olur. Suçluluk duygusu çoğunlukla pazarlık sırasında masaya yatırılır. Yapılan pazarlıklar, ateşkes anlaşmalarına benzer. Yaşamakta olduğumuz acıdan kendimizi kurtarmanın bir yolunu bu anlaşmalarda ararken geçmişte takılı kalırız. Yaptığımız pazarlıkların ardından, ilgimiz şimdiki zamana kayar ve kayıp gerçeğini kabullenmemizle beraber çaresizlik, hüzün gibi depresif duygular ortaya çıkar. Boşluk hissi kendini gösterir. Tahminimizin de ötesinde bir hüzün duygusuyla yas denizimizin derinlerine doğru ineriz. Bu depresif dönemin içinden çıkamayacakmışız gibi gelse de bu dönemi ruhsal bir rahatsızlığın belirtisi olarak değerlendirmemek gerekir. Bu duygular büyük bir kayba verilen yerinde bir tepkidir. Değer verdiğimiz kişiyle ilişkimizin bu sefer eskisi gibi olmayacağının veya onun bir daha geri gelmeyeceğinin farkına varmanın bizde depresif duygular yaratması çok anlaşılır bir durumdur. Aksine böyle hissetmiyor olmamız anormal olarak karşılanabilir. Eğer yas süreci bir iyileşme süreciyse depresyon da bu sürecin önemli bir parçasıdır. Kabullenmek ‘yaşananları unutmak’ ya da ‘yaşananlarla OK olmak’ değildir. Kabullenme aşaması, değer verdiğimiz kişinin fiziksel olarak artık var olmadığı gerçeğinin içselleştirilmesidir. Bu gerçeklik değişmeyecektir ve biz bunun bilincinde olarak yaşamımıza devam ederiz. Kabullenme süreci ilk başlarda ‘kötü günlere’ nazaran daha çok sayıda ‘iyi gün’ geçirmektir. Bu süreçte hayattan yeniden zevk alıyor olmamız kaybettiğimiz kişiye ihanet ediyor gibi hissetmemize neden olabilir. Kaybetmiş olduğumuz şeyi asla yerine koyamasak da, yeni bağlantılar kurabilir, anlamlı, yeni ilişkiler kurabiliriz. Duygularımızı bastırmak yerine ihtiyaçlarımıza kulak verebiliriz. Bu şekilde değişiriz, gelişiriz ve büyürüz. Başka insanlarla ilişki kurmaya çalışarak yeni ilişkilere yatırım yapabileceğimiz gibi kendimizle olan ilişkimize de yatırım yapabiliriz. İnkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme aşamalarından oluşan yasın beş evresi, kaybettiklerimizin yokluğunda hayatımızı yeniden yapılandırmaya başladığımız zamana kadar yaşadığımız süreçte neler yaşayabileceğimizi, hangi duyguları hissedebileceğimizi betimleyebilmek için oluşturulmuştur (Elisabeth Kübler-Ross – David Kessler) Bu aşamaların birbirini sırasıyla takip ettiği, her birinin haftalar hatta aylar sürdüğü farz edilir. Ancak bu aşamaların duygularımızın yarattığı tepkilerden oluşur, dolayısıyla saatler hatta dakikalar içinde bir aşamadan bir diğerine geçebilir hatta sürecin en başına veya son aşamalara atlayabiliriz. Tekrar yaşamaya devam edebiliriz ancak bunu yapabilmek için yasımızı yaşamak için kendimize izin vermemiz gerekir. Bazen yas sürecini sağlıklı bir biçimde tamamlayabilmemizi engelleyen durumlar yaşanabilir. Yas sürecinde yaşadığımız duygu yoğunluğunda azalma olmaması, hatta duyguların zamanla şiddetlenmesi, alkol ve madde kullanımı gibi başka sorunların ortaya çıkması, günlük hayatımızdaki ve ilişkilerimizdeki bozulmalar komplike yasa işaret eder. Yoğun ve uzun süreli yas tutma, kaybımızla ilgili rahatsız edici düşünceler veya görüntüler, kaybı kabullenememe, kişinin halen yaşamakta olduğuna dair düşünceler, kaybımızı hatırlatan nesne ve yerlerden kaçınma, yoğun öfke, hayatın anlamsız ve yaşamaya değer olmadığına dair düşünceler komplike yas belirtileri arasındadır. Yasımızın hayatımızın diğer alanlarına olumsuz şekillerde nüfuz etmeye başladığını görüyorsak veya yakınlarımız bize bu konuda geribildirim veriyorsa bu süreçte bize eşlik edebilecek bir uzmandan destek almayı düşünebiliriz. Yas süreci hakkında yanlış bilinen gerçekler: MİT: Ne kadar yok sayarsak acımız o kadar çabuk son bulur. GERÇEK: Acımızı ne kadar yok sayarsak, acımızla o kadar geç yüzleşiriz. Hayatımıza devam edebilmemiz, acımızla yüzleşmemizin ve onunla başa çıkmayı öğrenmemiz sayesinde çok daha sağlıklı bir biçimde mümkün olacaktır. MİT: Kaybımız karşısında “güçlü olmalıyız.” GERÇEK: Üzgün, korkmuş, ve yalnız hissetmemiz, yasımız karşısında verdiğimiz normal tepkilerdir. Ailemizi veya arkadaşlarımızı korumak için bir kalkan oluşturmak bizi zorlayabilir, üzerimize ekstra yük bindirebilir. Gerçek duygularımızı ortaya koymak hem onlara hem de bize yardımcı olacaktır. MİT: Eğer ağlamıyorsak, kaybımız yüzünden yeterince acı çekmiyoruz demektir. GERÇEK: Ağlamak üzgün olduğumuzda verdiğimiz doğal bir tepkidir, ancak verebileceğimiz tek tepki şekli değildir. Ağlamasak da yoğun bir üzüntü yaşıyor olabiliriz. Üzüntümüzü yaşamanın bir çok yolu vardır. MİT: Yas süreci 1 yıl sürer. GERÇEK: Yas sürecinde doğru zaman yoktur. Yas sürecinin ne kadar süreceği kişiden kişiye göre değişir. YAS SÜRECİ KONUSUNDA ÖNERİLER
Yasın yarattığı duyguları yaşamak için kendimize izin vermek: Bazı duyguları yok saymak ve onlardan kaçınmak bu duyguların daha uzun süre hissedilmesine ve başka problemler ortaya çıkmasına neden olabilir. Öfke ve üzüntü gibi bastırılmış duygular fiziksel belirtiler olarak da kendini gösterebilir! Yeni ilişkiler kurmak ve sahip olunan ilişkileri güçlendirmek: Yeni ilişkiler kurmak, günlük hayata katılmak, süregelen arkadaşlıkları devam ettirmek ve başkalarından yardım istemek bu süreçte yaşanan yalnızlık hissiyle başa çıkmayı kolaylaştırır. Çevremizdeki kişiler bu süreçte bize yardımcı olmak isterler ancak bunu nasıl yapacaklarını bilemiyor olabilirler. İhtiyaçlarımızı ifade etmeniz bu süreçte destek alabilmemizi kolaylaştıracaktır. Kaybımıza olan bağlılığımızı devam ettirmek: Kayıp ile ilgili konuşulması, onunla ilgili hikayelerin paylaşılması; yıl dönümleri, doğum günleri, bayramlar gibi özel günlerde belli ritüellerin devam ettirilmesi gibi kaybımızı saygı ve sevgiyle anmak bu süreci daha sağlıklı geçirmeyi sağlayacaktır. Duygularımızı ifade etmenin yaratıcı yollarını aramak: Kaybımızla ilgili günlük tutabiliriz. Beraberken paylaşamamış olduğumuz şeyleri, ona olan duygularımızı içeren bir mektup yazabiliriz. Onun için önemli olan bir organizasyona katılabilir veya destek sağlayabiliriz. Fotoğraf albümü oluşturabiliriz. Fiziksel sağlığımıza özen göstermek: Düzenli uyku, beslenme ve egzersiz fiziksel olarak kendimizi daha iyi hissetmenizi sağlayacaktır. Bu süreçte yaşamakta olduğumuz duyguları alkol veya madde kullanımı ile hafifletmeye çalışmak bize ancak geçici bir rahatlama sağlayacağı gibi başka sorunlara davetiye çıkarabilir. Çocukların gelişim basamaklarına özen göstermek: Bir kayıp yaşandığında dünya durmuş gibi hissedebiliriz. Ancak özellikle çocuklar ve ebeveynler için normal gelişim basamaklarına devam etmek çok önemlidir. Örneğin bir eş veya ebeveynlerden biri vefat ettiğinde hayatta kalan ebeveyn ve çocuğun aynı yatağı paylaşması sıkça görülen bir durumdur. Ancak bu durum çok uzun süre devam ettiğinde gelişimin bir parçası olan çocuk ve ebeveyn arasındaki ayrışma sürecini olumsuz etkiler. ‘Kaç yaşındasın?’ Benim yolculuğum bu yazıyla başladı diyebilirim. Bu yazı, içindeki çocuğu fark edip onunla iletişim kurmak isteyenlere eşlik etmek adına çıktığım yolculuğun davetiyesi olarak düşünülebilir. Bu davete katılmak isterseniz yorumlarınız, mesajlarınızla, veya varlığınız ile lütfen cevap veriniz. Sevgiler. Sen kaç yaşında kaldın? Ne zaman bıraktın büyümeyi? Büyümekten vaz mı geçtin? Neden korktun? Çocuk kalmayı kaçırıp biran önce büyümeni engelleyemeyenlere benzemekten mi? Kendini korumak için yaratmaya çalıştığın korkulukları süslerkenki yalnızlık, belirsizlik, kayıplar mı yordu seni bu kadar? Bilmiyor musun yoksa neden bahsettiğimi? Bir zamanlar biliyordun da şimdi hatırlamıyor olabilir misin acaba? Bir düşün! Bak onların gözlerinde de var o hüzün... Korkma kimse sana bir şey yapamaz artık. Artık çok geç. Sen bıraktığın yerdesin. Ne bir gün fazla ne bir gün eksik. Çoğu senin orada olduğunu bile fark edemez, merak etme. Sakin ol. Bir şey olmayacak. Güvendesin.
Bu noktaya gelmek için çok bedel ödedin. Tamam kabul. Çok uğraştın. Değiştiremezsin olanları. Olan oldu, biten bitti. Güvendesin artık, korkma. Perdeyi aralamaya cesaretin varsa sen de görebilirsin. Yalnız değilsin. Merak etme. Etrafına bir bak. Daha yakından bak. Bir sürü büyümemiş çocuğu görebilirsin. Burası kayıp çocuklar ülkesi. Nereye bakacağını bilirsen, biraz da cesaretin varsa sen de görebilirsin. Hoş geldin... Nasıl bir hayat yaşıyorum? İnsanlar, hakkımda ne düşünüyor acaba? Bazen çevremdekilere garip mi geliyorum? Ben ne yapmak istiyorum? Ben normal miyim?Normal olmak ya da olmamak. Neye göre normal? Kime göre normal? Anormal ise nasıl anlayacağım? Anormal olsa ne olur ki ayrıca? Bulutsuzluk Özlemi'nin Normal şarkısında dile getirdiği 'Biri anlatsın hemen nedir bu normal? Canım sıkılıyor artık yoksa ben miyim anormal?' sözlerine benzer sorular hangimizin aklından geçmemiştir ki? Happy Feet (2006), Neşeli Ayaklar adıyla Türkçe'ye çevrilmiş olan animasyon filmi normal olmak ya da olmamak kavramına ışık tutuyor. Film; Antartika'nın soğuk coğrafyasının sıcak ve sevimli yerlileri olan imparator penguenleri ve onların yaşamlarını konu alıyor. 'Anormal' derecede zorlu doğa koşullarına dayanmak durumundaki bu hayvanların hayatlarını sürdürebilmek için buldukları çözümleri masalsı bir hikayeyle anlatıyor. Hikayede penguenler, kendi varlıklarını ve aşklarını ruh eşlerine anlatabilmek için her biri kendi 'Kalbe Seslenen Şarkı'sını bulmak ve kendilerince ifade etmek zorunda. Yaşamlarını sürdürebilmek için buna ihtiyaçları var. Hikayenin ana kahramanlarından biri olan Norma Jean'ın oğlu minik penguen Mumble ise diğer bütün penguenlerden farklı olarak bir türlü şarkı söylemeyemiyor. Mumble, bu sebeple penguenlerin hayli kuralcı lideri ve komünitisi tarafından dışlanmaya maruz kalıyor. Ama minik kahramanımız mücadeleden vazgeçmiyor. Onun mücadelesinin hikayesi Neşeli Ayaklar'a 2007 yılı Oscar'larında yılın En İyi Animasyon Filmi Akademi Ödülü'nü kazandırdı. Film, bizlere de normal ya da anormalin sınırları hakkında çok aydınlatıcı açılımlar sunuyor. Konu ilginizi çektiyse ve fırsatınız olursa keyifli seyirler dilerim. İnsan olarak kabul görmeye ihtiyaç duyarız. Çevremiz, bizi kabul etmek için uyum sağlamamızı bekler. Biz de uyum sağlamanın, çevremizin ‘normal’ olarak değerlendireceği standartlardan oluştuğunu varsayarız. ‘Normal’ olmaya çalışmak ise zaman zaman üzerimizde baskı oluşturur. Bazen bu baskının farkına bile varmayabiliriz. Ne zaman ki çevremizdeki sesler yüzünden kendi iç sesimiz duyulmaz olur, bu baskı bizim için bir sorun haline gelir. Normal olmak uğruna neden iç sesimizi kısmamamız gerektiğini hatırlatacak beş sebep sunacağım sizlere. İlk olarak, normal olmaya çalışmak için herkesin gittiği yoldan gitmek, dışardan bakıldığında farklı olmaya nazaran çok daha kolay gibi görünebilir. Oysa, bizi kendine doğru çeken yoldan vazgeçmek için kendimizi ikna etmeye çalışmak, başka şeyler için kullanabileceğimiz enerjiden çalar. Bu enerji kaçağı yetmezmiş gibi bir de ‘bir şeyler eksik kaldı’ hissiyatı ile dolu bir çuvalı yol boyu sırtımızda taşırız. Diğer yandan, kalabalıktan ayrılıp kendi yoluna gitmek kolay değildir. Bilinmeyen yoldan gitmek, insan olarak pek de hoşlanmadığımız belirsizlik duygusuyla bizi baş başa bırakır. Bu duyguyla baş etmek cesaret gerektirir, kararlılık gerektirir. Yol daha önce pek kullanılmamış olduğundan karşımıza bir sürü engel çıkabilir. Pürüzlü bir yoldan gitmek durumunda kalabiliriz. Sonuç olarak bir seçimle karşı karşıya kalırız: Ya enerjimizi normal olmaya harcayacak ve kendi potansiyelimizden vazgeçeceğiz ya da içimizdeki sese kulak verip hayatımızı yaşayacak ve kendi potansiyel enerjimizin hayatımızı şekillendirmesine izin vereceğiz. Her seçim bir vazgeçiş değil midir sonuçta? Bir diğer konu, normal kavramının gerçeklikten çok, bir varsayım olmasıdır. Ve bu varsayım görecelidir. ‘Normal’ dediğimizde sanki bir doğru bir de yanlış yol varmış gibi görünür. Oysaki insan doğasına baktığımızda durumun pek de bu kadar siyah–beyaz olmadığını görürüz. Bir gruba normal gelen, başka bir grup tarafından çok anormal karşılanabilir. “Normal insanlar şöyle davranmalıdır” diye net bir tanım olmaması bir yana böyle bir kalıp olduğunu varsaymak bile kısıtlayıcı olabilir. İnsanlar kolayca kategorize etmek için fazla karmaşık değil mi sizce de? Bütün bunları düşününce sınırları belli olmayan bu normal kavramına uymaya çalışmak akla yatmıyor sanki. Normal olmaya çalışmanın risklerinden biri de normali ararken, sınırlarının da net olmamasından olsa gerek, abartıya kaçıp mükemmellik hırsının pençesine düşmek. Mükemmellik peşinde koşmak neden mi riskli? Mükemmelliğe ulaşmaya çalışırken ve bu uğurda kendimizi hırpalarken genelde eksiklerimize fazlasıyla odaklanıyoruz ve kendi güçlü taraflarımızı ve çabalarımızı göz ardı ediyoruz. Bu da bizi hırsımız karşısında savunmasız bırakıyor. Kendimizi mükemmellik yarışında bulduk diyelim. Başlangıç çizgisini şöyle bir gözünüzde canlandırın. Nerede, ne zaman başladı bu yarış? Ne zaman bitecek? Bittiyse nasıl haberiniz olacak? Etrafınıza şöyle bir bakın. ‘Hah şimdi mükemmel oldu, artık durabilirsin’ diyebilecek biri var mı? Söz konusu mükemmellik olduğunda maalesef bu soruların cevabını pek de veremiyoruz değil mi? Normal olmaya çalışırken bir diğer handikap, normal olmaya çalıştığımızda, eşsiz ve bize özgü yönlerimizden vazgeçmiş olmamız. Oysaki birbirimizden farklıyız. Her birimizin kendine ait bir hikayesi var. Her birimizin kendi hikayelerinin güçlendirdiği kendine özgü özellikleri var. Bizi biz yapan özellikler. Hayatı renklendiren özellikler. Biz kendimizdeki bu farklı özellikleri inkar edersek başkalarının bunları fark etmesini nasıl bekleriz? Son olarak, normal olmamamız için bir başka geçerli sebep de normalliğin dünyayı değiştiremeyecek olması diyebiliriz. Normal; tipik, tanıdık, ortalama ve beklenen demek. Diğer bir değişle, normal, önceden belirlenmiş standartlara uymak demek. Peki ya bizim kendi potansiyelimiz, bizim hikayemizin katabilecekleri bu resmin neresinde? Normal, bizim kendi limitlerimizi denememizi ya da geliştirmemizi sağlar mı? Normali hedefleyen biri, olağandışı bir başarı ile karşılaşabilir mi? Hangi bilim adamı normal sizce, hangi sanatçıya ‘Çok normal biri’ diyebilirsiniz? Minimum enerji harcayarak hayatını devam ettirmek varken bina yapmak, resim yapmak, henüz bulunmamış bir formülü aramak gibi bir şekilde dünyanın değişmesine neden olmanın, bunu istemenin neresi normal sizce? Durup dururken bir şey yaratmaya çalışan biri ne kadar normal olabilir sizce?
Kendimize, kendimiz olabilme izni verelim. Bu hem kendimize hem de çevremizdekilere yapabileceğimiz en güzel şey. İç sesimiz fısıldıyor bile olsa, bize söylediklerine kulak verelim. Bir daha normal olmaya çalıştığını farkettiğinde, normalin seni kısıtlayabileceğini hatırla. Normal olmaya çalışmak yerine enerjini kendin olmaya nasıl kullanabileceğini öğrenmek istersen klinik psikologlar sana bu süreçte eşlik edebilirler. Kim bilir belki bir gün kendi anormalliğin dünyanı zenginleştirir. Uzm. Psk. Ayşe And’ın anısına Efsaneye göre, kuşların hükümdarı olan, her şeyi bilen Simurg (Zümrüd-ü Anka ya da Batı’da bilinen adıyla Phoenix) Kaf Dağı’nın tepesinde, Bilgelik Ağacı’nda yaşar, göz yaşlarının şifa verdiğine inanılırmış. Anka kuşu, öleceğini hissettiği zaman kuru ağaç dallarından yuva yapar. Güneş̧ dalları yaktığında da dallarla birlikte yanar ve küllerinden yeniden doğarmış. Rivayet olunur ki, Anka Kuşu havalandığında, Bilgelik Ağacı’nın yaprakları titrer, tohumlar etrafa uçuşurmuş. Bu tohumlar dünyanın her yanına dağılır, gelmiş geçmiş her bitki çeşidinin kök salmasını sağlarmış. Böylece de insanoğlunun tüm hastalıkları tedavi edilebilirmiş. Anka Kuşu’nun ayrıca karanlıkta çevresini aydınlatan bir özelliğe sahip olduğu bilinirmiş. Kuşlar, Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürlermiş. Ama içlerinden onu gören olmamış. Bir dönem gelmiş ki kuşlar dünyasında yaşam zindana dönüvermiş. Sıkıntılar haksızlıklar ard arda geliyor, yalanın dolanın hilenin önü kesilemiyormuş. Güçlü olan güçsüzü eziyormuş. Kuşlar arasında ortaya çıkan bu olumsuz durumla ilgili haber salmışlar Zümrüd-ü Anka'ya ve adaletli krallarını beklemeye başlamışlar. Günler, haftalar, aylar geçmiş. Ne gelen varmış, ne giden. Bunun üzerine dünyadaki tüm kuşlar Kaf Dağı’nın ardındaki Bilgelik Ağacı’nda yaşadığı düşünülen Anka Kuşu’nun huzuruna çıkmaya karar vermişler. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekiyormuş, hepsi birbirinden çetin yedi vadi... İstek, aşk, cehalet, inançsızlık, yalnızlık, dedikodu ve ben vadileri. Bazı kuşlar daha yola çıkmadan vazgeçmişler. Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp. Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş. Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş. Balıkçıl kuşu bataklığını. Birinci vadi, kuşların isteyebileceği her şeyin bulunduğu İstek Vadisi’ymiş. Burada, birçok kuş her şeye sahip olabilmenin büyüsüne kapılıp kaybolmuş. İkinci vadiye gelmişler yola devam edenler, Aşk Vadisi’ne. Vadiye giren bütün kușların gözünü bir sis kaplamıș. Gördükleri biçimsiz șekilleri, tașları, odun parçalarını, birer sülün, birer kuğu sanmıșlar. Gözleri kör olmuș. Kapılmıșlar, sürüklenmișler... Üçüncü vadiye, her şeyin gözlerine güzel göründüğü Cehalet Vadisi’ne varmışlar. Buradan geçerken bazı kuşlar hiçbir şeyi önemsememeye başlamış, önemsemedikçe düşünmemiş, düşünmedikçe unutmuşlar, Anka’yı bile unutmuşlar, unuttukça yükleri hafiflemiş ve gülümsemeye başlamışlar... Dördüncü vadiye, gittikleri yolun, amaçlarının anlamsız göründüğü İnançsızlık Vadisi’ne varmışlar. Burada kuşlar Simurg’a ulaşamayacaklarını, yolda öleceklerini düşünmeye başlamış. Yolu tamamlayamayacaklarını ya da tamamlasalar da hiçbir ișe yaramayacağını söyleyip geri dönmüș bir sürü kuș… Beşinci vadiye gelebilen kuşların sayıları oldukça azalmış artık. Bu vadiye vardıklarında kendilerini yalnız hissetmeye başlamışlar. Yalnızlık Vadisi’ymiş burası. Bu vadiden geçerken kuşlar yalnızca kendilerini düşünmeye başlamışlar. Bazıları kendi başlarına hareket edip yönlerini kaybetmişler, avlanmaya gidip büyük hayvanlara yem olmuşlar. Altıncı vadiye daha yaklaşırken fısıltılar, uğultular duyulmaya başlamış. Dedikodu Vadisi’ymiş bu vadi. En arkadaki kuştan en öndekine doğru Simurg’u yalanlayan bir sürü dedikodu gelmiş. Zümrüd-ü Anka’nın toprak olduğu, gitmelerinin bir anlamı olmadığı söyleniyormuş. Bunu duyan birçok kuş doğru olup olmadığını hiç önemsemeden, yolundan vazgeçip geri dönmüş. Yedinci ve son vadiye ulaşmışlar kuşlar. Ben Vadisi’ne. Vadiye girer girmez, içlerinde değișik bir his uyanmıș. Kiminin kanadı biçimsiz gelmiș kimine. Diğeri, her șeyi bildiğini iddia etmiș. Yanlıș yoldan gidiliyor diye kargașa çıkmıș. Her kafadan bir ses çıkmıș. Herkesin fikri varmıș ve doğruymuș. Sanki milyonlarca farklı yol varmıș gibi...Hepsi en önde lider olmak istemiș, öne geçmek için birbirlerini ezip durmușlar... Ta ki vadiden çıkana “BEN”den uzaklașana kadar... Nihayet Kaf Dağı’na vardıklarında sadece 30 kuş kalmış. Bu zorlu vadileri aşmayı başaran 30 kuş. Vardıklarında sırrı çözmüş kuşlar: Farsça “si” otuz, “murg” ise kuş demekmiş. Yani, arayışı tamamlayan bu 30 kuş, aslında aradıkları şeyin ta kendisiymiş. Bilgeliğe giden yol, aslında kendilerine yaptıkları bir yolmuş. Yalnız yapılan bir yolculuk değilmiş bu, ama aslında herkes kendi yolundaymış. Önemli olan yolculuğun kendisiymiş. Kuşlar gibi biz de hayat yolculuğunda toplumun evrimine ya da dağılmasına neden olan engellere rastlıyoruz. Nefsine hâkim olabilen, körü körüne bağlanmadan düşünebilen ve kendini geliştiren, kendine dair inancını kaybetmeyen, birlik olmayı bilen, sorgulayan ve en önemlisi yüksek egosundan uzaklaşan herkes, küllerinden yeniden doğan bir Anka kuşu olabilir. Vadilerden geçip kendimizi bulmak dileğiyle ve niyetiyle. Anka Kuşu’nun efsanesine ilk rastladığımda efsanenin benim tam da anlayamadığım ve hissedemediğim bir kısmı vardı. Bu kısmı anlayabilmem için gerekli olan şeyler yolculuğumun devamındaymış meğer. O zaman bilmiyordum. Ne de olsa masallar küçüklerin uyuması, büyüklerin uyanması içinmiş. Tam da öyle oldu yine. İyisiyle kötüsüyle… Efsaneye göre, Anka kuşu, öleceğini hissettiği zaman kuru ağaç dallarından yuva yapar. Güneş̧ dalları yaktığında da dallarla birlikte yanar ve küllerinden yeniden doğarmış.
İşte tam da burası belirsizdi benim için. Kendi ölümüne hazırlanmak ne demekti? Yeniden doğmak ne demek diye düşünüyordum işteki oda arkadaşım, nöbet partnerim gencecik, güzeller güzeli Ayşe’mi hazin bir uçak kazasında kaybettiğimi öğrendiğimde. O an başladı yangın. Yuvamı yapmış olduğum kuru dalların tutuşması. Güneş gözümü kamaştırıyordu. Gözlerimi açamıyordum. Omuzlarım ağırlaşırken yanan dalların çatırtılarını duyabiliyordum sadece. 29 yaşındaydı Ayşe. Kardeşimle aynı yaşta. Güzelliğine çok önem verirdi. Sadeydi ama hep bakımlıydı. Dünyevi yenilikleri takip ederdi Ayşe. Biz de ondan duyardık. Alçak gönüllüğün timsaliydi Ayşe. Meraklıydı. Öğrenmeye açtı Ayşe. Gelişmeye. Yalnızlığı ise hiç sevmezdi. En çok istediği şey evlenmekti Ayşe’nin. Sade ama görkemli bir düğün. İstifa etmişti Ayşe. 4 yıldır omuz omuza göğüslediğimiz, yetkinleştiğimiz iş yerimizi bırakmakta çok zorlanmıştı. Aylarca düşünüp taşınmıştı. Sonunda kararını vermişti. Başka bir yere uçacaktı yuvadan. Sevdiceği, ailesi ve çiçekler her şey tamamdı. Ama düğünde değil cenazedeydik. ‘Tebrik ederim.’ diyeceğim yerde ‘Başın sağ olsun.’ diyordum en büyük hayalini gerçekleştirecek olan sevdiceğine. Durduğum yer çok çok sıcaktı. Yanıyordum. Cenazede annesinin çığlıklarını duyduğumda bir anda küllere karıştım. Artık benden geriye sadece küller kalmıştı. Gençlik, sağlık, güzellik, evlilik, iş, yaşam hepsi bir anda kül olmuştu benimle beraber. Bildiğim her şey o kadar yok geliyordu ki. Sanki hiç önemi yokmuş gibi. Senaryosu bizim izlemek istediğimiz film gibi değildi. Buydu, neyse oydu. Ben öldüğümü ve her şeyin bittiğini sanarken nefes almakta olduğumu fark ettim. Gözlerimi açtım. Etrafıma baktım. Hiç bir şey değişmemişti. Ama ben değişmiştim. Düşüncelerim değişmişti. Eski Nermin’i biliyordum. Ama durduğum yerden çok daha fazla şey görebiliyordum. Efsanenin yeniden doğma kısmı daha belirgindi artık. Ayşe ışıklar içinde uyuyordu. Gittiği yerden bile beni aydınlatıyordu. Çok uzun zaman önce Epimetheus ve Prometheus adında iki kardeş yaşarmış. İkisi de çok iyi insanlarmış. Bir gün Prometheus, ateşi nasıl yakacakları konusunda insanlara yardım etmeye karar vermiş. Ancak Prometheus’un insanlara yardım etmesi tanrıların kralı Zeus’u öfkelendirmiş. Zeus, insanların nasıl ateş yakılacağını öğrenmelerini istemiyormuş. İki kardeşi cezalandırmak isteyen Zeus, Hephaestus’a çok güzel bir kadın yaratmasını emretmiş. Hephaestus tarafından, Epimetheus ve Prometheus ile tanışması için dünyaya gönderilen bu güzel kadının adı Pandora’ymış. Pandora’nın büyüleyici bir güzelliği varmış. Epimetheus, Pandora’ya aşık olmuş. Birbirlerini sevip evlenmişler. Zeus Epimetheus’a düğün hediyesi olarak bir kutu göndermiş. Kutunun üzerinde bir mesaj yazılıymış: ‘Kutu asla açılmamalı.’ Tanrılar, Epimetheus’un merakına yenik düşüp kutuyu açacağını ümit ediyorlarmış. Ancak kutuyu dayanamayıp açan Pandora olmuş. Pandora, kutunun içinde mücevherlerin olduğunu hayal ediyormuş. Kutuyu açtığında ise bir sürü güve birden etrafta uçuşmaya başlamış. Kutunun içinden çıkan güveler kötülüklermiş. Pandora, kutuyu açarak tüm kötülükleri dünyaya salmış olmuş. Hemen kutuyu kapatmış ama artık çok geçmiş.
Kocası eve döndüğünde Pandora kutuyu açmış olduğunu anlatmış. Kutuyu tekrar açmış ve kocasına göstermiş. Kutuda yalnızca küçük bir güve kaldığını görmüşler. Bu güve ‘umut’muş. Onu da dünyaya salmışlar. Böyle buyurdu Zerdüşt... Nietzsche Ve Zerdüşt şöyle buyuruyor: Size, ruhun üç değişmesini anlatacağım. Ruhun deve, devenin aslan ve sonunda aslanın çocuk oluşunu! Deve, insan ruhunun ilk aşamasıdır. Deve, içinde bulunduğu toplumun değerlerine bağlı, bu değerleri hiç sorgulamadan kabullenmiş̧, mutlak doğrular olarak kabul etmiştir. Deve, toplumun ona yüklediği bütün bu yükü hiç karşı çıkmadan üstlenir, görevleri körü körüne, itaatle yerine getirir. Saygılı, dayanıklı ve kuvvetli bir ruhun ağır yükleri vardır. Onun kuvveti, daima ağırı ve en ağırı ister.’ “Ağır nedir?” Dayanıklı ruh böyle sorar. Deve gibi diz çöker ve iyi yüklenmek ister. “Yiğitler, en ağır şey nedir ki omuzuma alayım ve kuvvetime sevineyim?” Her türlü cefayı çekebilen ruh böyle sorar. Bütün bu en güç şeyleri, dayanıklı bir ruh yüklenir. Yükünü almış ve çöl yolunu tutan bir deve gibi, o da kendi çölüne doğru yürür. Devenin taşıdığı bu ağırlık insan ruhunun kendini gerçekleştirmesine imkan vermez. İnsan ruhunun kendi olamamaktan kurtulma ihtiyacı vardır. Hiç sorgulamadan kabul ettiği, ona itaat etmesi emredildiği için itaat ettiği kurallardan ve görev duygusundan sıyrılma ihtiyacı vardır. İnsan ancak kendi sınırları ve özüyle yüzleşirse sahip olduğu ataleti alt etme seçeneğini yaşamak ister. Fakat en ıssız çölde ikinci değişme olur. Ruh, aslanlaşır. Hür olmak ve kendi çölünde egemen olmak ister. Burada son efendisini arar. Son tanrısına düşman olmak ister ve zafer için büyük devle boğuşmayı diler. Artık ruhun efendi ve tanrı olarak tanıyamadığı büyük dev nedir? Büyük devin adı “Sen yapmalısın.”dır. Fakat aslanın ruhu “Ben isterim.” der. Bütün değerler yaratılmıştır ve bütün yaratılmış değerler benim. Ve gerçekten, artık “Ben isterim.” egemen olmalıdır. Dev böyle söyler: “Kardeşlerim, ruhun aslanlaşmasına ne gerek var? Dayanıklı ve saygılı yük hayvanı neye yetmez? Özgürlüğe ermek ve göreve karşı da kutsal bir “hayır” diyebilmek! Kardeşlerim, işte bunun için aslan gereklidir. Yeni değerlere hak kazanmak! Bu, dayanaklı ve saygılı bir ruh için ‘almaların’ en korkuncudur. Gerçekten de bu, onun için bir el koymadır ve bir yırtıcı hayvan işidir. Bir zamanlar o en kutsal şey olarak ‘sen yapmalısın’ı seviyordu. Şimdi sevgisinden özgürlük çalabilmek için her şeyde cinnet ve keyfilik bulabilmelidir. Bu el koyma için aslana ihtiyaç vardır.” Ruh, geride bıraktığı değerlere hayır dedikten, “yapmalısın” devinin karşına çıkıp onunla boğuştuktan sonra geçmişte yaşananları, öğrenilenleri bir kenara bırakmak ister. Unutmaktır çocuk. Yeniden başlamaktır. Bir şeyi ilk defa yapıyor gibi olmaktır çocuk. Heyecanla, merakla. Oyun oynamaktır çocuk. Ruhun evreleri içinde, hayata evet demeyi başarabilecek, kemikleşmiş̧ önyargıları yıkabilecek ve hali hazırda ona sunulmuş̧ olan dünyayı yitirse de kendi dünyasını yaratabilecek olan, sadece çocuktur. Ve Zerdüşt şöyle buyuruyor: “Fakat söyleyin kardeşlerim, aslanın yapamayıp da çocuğun yapabileceği şey nedir?” Yırtıcı aslan niçin çocuğa dönüşmelidir. Çocuk bir günahsızlık, temizlik ve bir unutmadır. Bir yeni başlama, bir oyun, kendiliğinden yuvarlanan bir tekerlek, bir ilk hareket ve kutsal bir “evet”tir. Evet kardeşlerim, yaratıcının oyunu için kutsal bir “evet” gereklidir. Ruh, şimdi kendi iradesini ister ve dünyayı kaybeden, kendi dünyasını kazanır. Size ruhun üç değişmesini söyledim:
“Ruh, nasıl deve oldu; deve, nasıl aslanlaştı ve sonunda aslan, nasıl çocuk oldu?” Zerdüşt böyle dedi. Bu, ‘Alaca İnek’ denen şehirde oluyordu. |